28 Mayıs 2014 Çarşamba

90'lar mı dediniz?






Tamam evet biz elimizde beklettik. Bir okurumuz bize bunu göndereli tam bir ay olmuş, ve biz yazana kadar dizi yayından kalkmış bile. Medya takip tanrıları başımıza taşlar yağdırsın, hatalıyız.
 
Tamam mı, affettirdik mi kendimizi? Hemen geçelim öyleyse içeriğine.
 
ATV’nin merhum Dizisi “90’lar”dan bahsediyoruz. Pek çoğumuzun gençliğinin çocukluğunun geçtiği doksanlı yılları aile seksenli anlatan bir çeşit komedi. Bizim ilgimizi çeken tarafı ise elbette yaptığı su götürmez cinsiyetçilik.
 
Dizi eleşireceğimiz bölümün ardından yayından kalkmış fakat pek üzülmedik.  Set emekçisi arkadaşlarımıza ise geçmiş olsun, darısı daha az cinsiyetçilik barındıran yapımlara diyoruz.
Nerede cinsiyetçilik. Şurada cinsiyetçilik:
Dizide ana karakterlerden Özlem’e görücü gelecektir. Fakat Özlem bir başkasına aşıktır. Bunun üzerine Özlem’in yakın arkadaşı Aysel bir plan yapar. Bu plana göre Özlem görücü olarak gelen çocukla buluşacaktır. Ve fakat istenmeyen erkeği görücü fikrinden caydırmak için bu buluşma esnasında sürekli Özlem’in eski sevgilileri ile de buluşacaklar. İstenmeyen erkek karşısında beliren eski sevgililer enflasyonu karşısında hayrete düşecek, karşısındaki genç kadının yeterince “iffetli” olmadığı sonucuna varacak ve olay mahalinden hızla uzaklaşacak falan filan.  
 
Bu dizideki kadınlara verilen mesaj şudur:  Evlenmeden önce başka erkeklerle gezip tozarsanız evlenilecek kadın olma statünüz ortadan kalkar.  Bu teklifin de ana karakterimizin yakın arkadaşı olan başka bir kadından gelmesi ayrıca manidardır.
 



Dizinin tam hakkını yemeden önce, Meltem Oral’ın aklımızda kalmış bir yorumunu aktaralım:
“Bazen kadınlar etraflarındaki ahlakçılıktan, tacizci erkeklerden, istenmeyen durumların içinde kendilerini bulmaktan o kadar bıkmış usanmış oluyorlar ki, en özgürlükçü ve cinsiyetçilik karşıtı olanlarımız bile durumun içinden sıyrılmak için çareyi kadın özgürlüğü savunusundan geri adım atmak anlamına geldiğini bildiğimiz savunmalarda bulabiliyoruz. ‘Hayır hayır demektir’den anlamayan ısrarcı erkeklere karşı: “ama benim erkek arkadaşım var” demek zorunda kalıyoruz “Başka bir işim var kusura bakma” vesaire demek zorunda kalıyoruz.” 
Meltem haklı. Cinsiyetçilik karşıtı mücadele kolektif bir çabayı gerektiriyor, ve kadınların kendilerini içinde buldukları gündelik her ahlakçı, görücü usulü, ısrarcı romantik an karşısında bireysel olarak politik doğrucu bir çıkış yapmaya güçleri yetmeyebiliyor.  Bu doğru.
Ama 90’lar senaryo ekibinin, ve ATV’nin, burada yaptığı şey “kızlar, evet çok fazla erkekle birlikte olduğunuz bahanesine başvurmak zorunda kalmanız çok berbat bir durum” demekten çok uzak. Gayet de “çok fazla ilişki az evlilik şansıdır, bunu herkes bilir” raconu kesiliyor ve bu racon karikatürize edilmiş bir “hafif kadın” orta oyunu ile bize yutturulmaya çalışılıyor. Konuyu dikkatimize getiren Öykü Gül yememiş bu numarayı. Biz de yemiyoruz…
 
 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Arcayürek'ler, "kıçlar" ve "başlar"




İslamofobik erkekleri yazmaktan biz yorulduk kendileri yorulmadı.
 Cumhuriyet gazetesinin yılmaz vatan bekçisi Cüneyt Arcayürek, bu haftaki yazısında geçtiğimiz hafta içinde polis tarafından Okmeydanı'nda öldürülen Uğur Kurt'un cinayeti üzerinden hükümete yüklenirken araya bir de şunu sıkıştırmış:

"Oysa [Başbakan] etrafına bir baksa... Sayesinde birden aşırı lüks içinde yaşayan öyle çok gruplar ve pahalı marka satan dükkânlardan çıkmayan, başı örtülü kıçları dar elbiseleri içinde kıvrak öyle Müslüman kızlar görecek ki... "

Arcayürek tabi ki Başbakan'ı eleştirmiyor burada. İçinde bir sebepten kalmış bir takım İslamofobik ve cinsiyetçi fikirleri kusuyor sadece. Bu türden ahkam kesmelerin cinsiyetçilikle ilişkisi nedir nerededir diye merak eden var ise şu ve şu yazılarımıza bakabilirler.  Bu yüzden yazıyı fazla uzatmadan sadece şunu belirtmekle yetinelim:

Centilmen bir salon beyefendisi olan Arcayürek başörtülü genç kadınları betimlerken kullandığı "kıçları dar elbiseler içinde kıvrak" sözünü başörtülü olmayan kadınlar için ediyor mu? Modernci terbiyesi buna izin veriyor mu? "Kıç", "g*t", "popo", "meme", "kuku", "pipi" sayıklamalarını herhangi bir kadına karşı bu kadar rahat söyleyebiliyor mu? Tabi ki söyleyemiyor. Haftasonu gezmelerine çıktığında yanından geçen kadınlara "Hanımefendi kıçınıza elbise çok dar gelmiş, benden söylemesi" diyebiliyor mu? Tabi ki diyemiyor.

Peki bu sözleri başörtülü kadınlar için sarfetmenin kabul edilebilir bir şey olduğuna dair cürreti nereden buluyor?  Çünkü mankafa bir İslamofob da ondan. Bu yüzden bazı kadınlara karşı "çağdaş medeniyet seviyesini hazmetmiş bir centilmen", bazı kadınlara da ağzını bozacak kadar cinsiyetçi olmakta hiçbir beis görmüyor.

Arcayürek'in sabuklamalarını spota taşımasını bilip altına da "....Başbakanı'ı eleştirdi" yazan T24'e de 10 üzerinden 11 cinsiyetçilik puanı!

Aklısıra sansasyon...  geçiniz arkadaşım... geçiniz.

Altınçizgi'nin nağmeleri mor iğnelerimize söker mi?

Gizem Aslan


 
Aslında başka bir konu hakkında yazmak istiyordum ama Soma katliamı ve polis devletin katline bir can daha katarak Uğur Kurt'u öldürmesi sebebiyle kendimin de aklımdaki düşüncelerin de dengesi şaştı.

Yazım, henüz gördüğüm bir billboard fotoğrafı üzerine olacak. Altınçizgi, sitesinde belirttiğine göre 2010 yılında gerçekleştirdiği bir reklam çalışmasında, kadınlara ve tabii ki onlara pırlanta alacak erkeklere çağrıda bulunuyor:

"Maden kazıp kendileri mi çıkarsınlar? Kadınlara pırlantalarını verin."

Adeta bir cetvel üzerinde kadının metalaştırılması ve reklamın cinsiyetçi dili bir yanda, en çok iş cinayetlerinin meydana geldiği iş alanı olan madenciliğin ve maden işçilerinin üzerinin, sermayenin ve pazarlamacılık endüstrisinin gölgesiyle örtülmesi öteki yanda duruyor, biz de ortasında kalmış; bir o tarafa bir öbür tarafa bakıyoruz öfkeli gözlerle.

Biz kadınlar, zaten daima pırlanta peşinde koşan, zengin ve para avcısı olduk. Bir pırlantanın ihtişamına kanan, bunun için kocalarımızın/(erkek) sevgililerimizin asalağı olarak yaşamayı hayatımızın yegâne amacı saydık. Gerdanımız, bileklerimiz pırlantalarla kaplansın, parmaklarımızdan tek taş yüzükler eksik olmasın istedik; kocamızın aldığı o muhteşem güzellikteki kolyeyi boynumuza takarken boynumuza konduracağı öpücüğün hayaliyle mest olduk. Biz böyle 3-4 cümleyle tarif edebilecek kadar tek tip, tek düze nesneleriz çünkü(!). Zekanızla biz kadınları aydınlattınız; ee bunun karşılığında emrinize amade olmak düşer bize öyle mi? Biz böyle bir dünya tahayyül etmiyoruz yalnız, o kurgularınız kursağınızda kalsın; şimdi müsaadenizle o billboardda susturduğunuz kadının ağzı, Pandora'nın kutusu gibi açılıyor. Haberiniz olsun!

Biz kadınları resmetmek çok kolay gibi görünüyor. Oysa ki; Türkiye nüfusunun yarısını kaplayan trans/natrans/interseks/lezbiyen kadınlar olarak farklılıklarımızla kadınlık deneyiminin başka şekillerini, dünyalarını yaşıyoruz hayatlarımızda. Fakat "normal, olması gereken kadınlık" kisvesi altında diğer kadınlık deneyimleri ortadan bir çırpıda kaldırılıyor.

İşte bu patriyarkal ve heteronormatif zihniyetin ve düzenin yarattığı tek tip kadın "imajı"na kapitalizmin pazarlamacılıkta çığır açan yaratılığı(!) da eklenince, sermayenin hiçe saydığı işçi ve emek sömürüsünün de nasıl reklam malzemesi haline getirildiğine tanık oluyoruz.

Akp Genel Başkan Yardımcı ve sözcüsü Hüseyin Çelik'in "Fakirlere dağıtılan kömürü zenginler mi çıkarsın?" beyanını hemen hemen herkes duymuştur. Katliam üzerine yaptığı bu yorum, tüyler ürperticiydi. Altınçizgi kuyumculuk ise; bu reklamı 2010 yılında yayınladıklarını belirtmelerine rağmen reklam başlığıyla Hüseyin Çelik'in beyanı arasındaki benzerlik pek bir manidar. Sanki sözün, reklama uyarlandığı etkisi hakim. Altınçizgi'nin sitesindeki açıklamaya bakınca ise, tavuk mu yumurtadan çıkar tavuk mu yumurtadan hesabı, "Hüseyin Çelik mi bu reklamdan etkilendi acaba?" diye düşünmeden duramıyor insan hâliyle.

Reklam başlığının mantıksızlığını bir yana koyacak olursak çıkan anafikirin korkunçluğu da insanı hem öfkelendiriyor hem de sistem hiyerarşisi ve sömürüsüne karşı insanı umutsuzluğa sürüklüyor: "Madenciler, kadınların yegâne zevki için ter döküyor!" Bu çok alçakça bir itham. Kadınların içine sürüklendiği bu kadınlık normu, emek gücü ile işlenen bir kurgu halini alıyor. Her ne kadar sitesinde yayınladığı demece göre reklamın daha önceki yıllara ait olduğunu iddia etse dâhi özür mahiyetinde bir demeç verirken madencilik alanındaki iş cinayetlerinin, şimdilik 301 kişinin öldüğüne dair bilgi aldığımız Soma katliamıyla sınırlı olmadığını hesaba katmak gerek. TEPAV'ın (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) raporuna göre; Türkiye madencilikte yaşanan ölüm oranlarında en üst sıralarda yerini korurken Çin'i ve ABD'yi geçmiş bulunuyor. Bu çalışma, şu ana kadar en çok sayıda maden işçisinin ölümüne sebep olan Soma katliamından önce yayınlanmış olsa dâhi, reklam malzemesi yapılacak bir konu olup olmadığını Altınçizgi'ye sormak gerek. Yaratılan kamuoyu ve insanların yoğun tepkisinin karşısında Altınçizgi'nin aşağıda belirteceğim mesajının bu soruya cevap vermediğini düşünüyor ve bu mesajı da bir aymazlık olarak nitelendiriyorum.

"Değerli Türk halkına,

Öncelikle Soma'daki faciada hayatını kaybetmiş değerli maden işçilerine Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm ülkemize baş sağlığı dileriz.
          
Soma trajedisinin halkımız üzerinde yarattığı haklı duyarlılıkla yıllar önce yaptığımız bir iletişim çalışmasına tepki gösterilmesini kesinlikle anlıyoruz. Yalnızca şunun bilinmesini isteriz ki; söz konusu çalışmayı 2010 yılında gerçekleştirmiştik.

Soma faciası yaşandığı anda Türk halkı ile aynı duyarlılığı göstererek kendi hesaplarımızdan .çalışmayı kaldırdık. Ancak tüm internetten kaldırma gücümüz maalesef yok.

Altınçizgi olarak tekrar etmekte fayda görüyoruz. Bu çalışma 2010 yılında yapıldı ve her iletişim çalışmasında olduğu gibi birkaç ay içinde ömrünü tamamladı. 4 yıl önce yapılan bir çalışmamızın bugün Soma trajedisi ile yeniden gündeme gelmesi çok üzücü bir hadisedir.

İnsan hayatının her şeyin önünde geldiğinin bilincinde olan bir şirket olarak kamuoyunu doğru bilgilendirmeyi borç biliriz.

Kamuoyuna önemle ve saygıyla duyrulur."

 
Gördüğünüz gibi Altınçizgi, adının Soma katliamıyla birlikte anılmasından son derece rahatsız (!); hatta konuya o kadar duyarlı ki sanki Soma katliamı madencilik alanında gerçekleşen ilk cinayetmiş de, madencilik daima şirketlerin ve hükümetin güvencesi altında  işliyor, maden işçileri de bu şekilde çalışıyormuş gibi davranarak yaptığı işten kendini aklama yoluna gidiyor! Ne meziyet! Pırlantanın da, bir nevi kadına klitoral orgazm yaşattığı doktrinini ise asla tartışmaya açmıyoruz, heyhat!

Kadının ekonomik güvencesinin sadece koca parası ve pırlantalar olduğuna dair argümana karşılık; Kate Millett, kadınların elinde bulundurduğu ekonomik bağımsızlığın, erkek otoritesi için bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde tehdit teşkil ettiğini* belirtir.

İşte burada da kadını ekonomik olarak erkeğe bağlamak ve tek arzusunun pırlanta sahibi olmak gibi bir kurgu sayesinde bu tehdit ortadan kaldırılıyor. Kadının metalaştırılmasının meşrulaştırılarak stereotip bir kadın figürü yaratılıyor. Tabii ki billboard'daki kadın fotoğrafının ayrıca tartışmaya açık olması, su götürmez bir gerçek. Kafasında bareti ve onunla hiç alakası olmayan Ray-ban stiline benzeyen gözlükleriyle "Gördüğünüz gibi aksesuar peşinde koşan kadınlardan madenci falan olmaz, kendi ekonomik bağımsızlığını kazanacak birisi ise asla olamaz!" doktrinini gözler önüne seren bu fotoğrafta; kadının pasifliği, donukluğu ve dolgun dudaklarına hafifçe parmağını dayayarak büründüğü seksi görünüm,  tek becerebildiği şeyin -ki o da şanslıysa- güzel olmak olacağı, pırlantalar sayesinde de güzelliğine güzellik katacağı yargısının altı kalın çizgilerle çizilmiş oluyor.
 
 
TEPAV, "Türkiye'yi Kadınlar Büyütebilir mi?" başlıklı raporunda** Türkiye'de kadının iş gücüne katılımının düşük olmasının önemli bir sorunu teşkil ettiğinin altını çizerek Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) belirlediği, % 61.8'e tekabül eden kadının iş gücüne katılım oranının 2013 yılında % 2.8'e düştüğünü belirtiyor. Türkiye'nin 2023 hedefleri arasında kadınların iş gücüne katılımını % 38'e çıkartmak olduğunu ama bunun yeterli olmadığını belirtmesiyle birlikte "3 çocuk zorunluluğunun" masaya yatırılması gerektiğini, kadınların iş gücüne katılımını artırma hedefine, bir eğitim reformu ve büyüme stratejisi gerçekleştirilmeden ulaşılamayacağını söylüyor.***

Yani kadınların Türkiye'de ekonomik alanda olumsuz koşullarda bulunması, işlenen cinsiyetçilikle reklamla meşrulaştırılıyor, emek sömürüsü normalleştiriliyor. Ve şunu belirtmek gerekir ki; bu, sadece sermayesinin geleceğine bel bağlamış zihinlerin karaladığı 3-5 cümle basın açıklamasıyla telafi edilecek bir durum değil; özrünüz kabahatinizden büyük Altınçizgi! Söylemedi demeyin, zuladaki mor iğnelerimiz sermayenizin de ataerkil zihniyetinizin de "canını" yakacak.

               
                *Sexual Politics [Cinsel Politika], University of Illinois University Press, Urbana Chicago, p.87, 2000.

                ** Aşık, Gülşen A., "Türkiye'yi Kadınlar Büyütebilir mi?", Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı,

                      syf. 1, 2013.

                ***Aşık, Gülşen A., "Türkiye'yi Kadınlar Büyütebilir mi?", Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı,

                      syf.6.

                      http://www.tepav.org.tr/upload/files/1361452044-2.Turkiye_yi_Kadinlar_Buyutebilir_mi.pdf

18 Mayıs 2014 Pazar

"Cinsiyetçilik ağaçta yetişen bir şey değil"

aşağıdaki ropörtajı marksist.org'a verdik. "Kim bu CinsoMedya'cılar?" diye soruyor idiyseniz, işte buyrun hiç bilmediğiniz yönlerimizle, dobra dobra ama cesur pozlarsız cevaplarımızla biz :)

Medyanın ensesindeler: "Cinsiyetçilik ağaçta yetişen bir şey değil"
Kısa bir süre önce, internet medyasına farklı tonda yayın yapan bir blog katıldı: 'Cinsiyetçi Medya Takip', nam-ı diğer 'Cinso Medya'. Game of Thrones'dan Ağaoğlu Myhome reklamına, Petek Dinçöz'den Scarlett Johansson haberlerine kadar geniş bir yelpazede, medyanın cinsiyetçi hâllerini hararetli bir şekilde inceliyorlar.
Marksist.org, Cinso Medya'nın editörleri Elçin Poyraz, Aspurçe Gizem Kılınç ve Alper Ard ile bir röportaj yaptı.
CinsoMedya olarak sizi tanıyalım. Kimsiniz siz?
Aspurçe: İlla tanımlamak gerekirse, cinsiyetçilikle ağır derdi olan sosyalist aktivistleriz. Başka meselelere de kafa yoruyoruz. Ama cinsiyetçilik ve bunun medyadaki sunumları o kadar saçma sapan bir hâl aldı ki, bununla özel olarak ilgilenmek gerektiğine karar verdik. Şu anda iki kadın ve bir erkekten oluşan üç kişilik bir editör grubuyuz. Mart ayının ortasında yayına başladık. Facebook ve Twitter'a da hesaplar ekledik ve insanların ilgisini çekmeye başladı. Gördük ki, bu alanda gerçekten de bir ihtiyaç var ve birçok destek mesajı aldık.
Sizi tanımayan okurlar için bir de yaptığınız şeyin içeriğinden kısaca bahsedelim mi?
Elçin: Tabii. Sitemizde Cinsiyetçi Medya Takip sloganıyla ana akım medyadaki cinsiyetçi yayınları takip ediyor ve bunu isim vererek ifşa eden haber analizleri yapıyoruz. Bolca görsel malzeme ve mizahi bir dil kullanarak yapıyoruz bunu genellikle. Ama çok da ısrarcı değiliz bu tarzda. "Evde ideal kadın nasıl olmalıdır?" gibi bir haberi ti'ye almanız mümkün ama "Evli adamla aşk cinayetle bitti" gibi sarsıcı bir haberi ele aldığınızda bunun görseli, mizahı çok geride kalıyor. Sadece sunuştaki dili ifşa etmeye odaklanıyorsunuz.


13 Mayıs 2014 Salı

Düzce Üniversitesi'nin kimseye yaranamayan kızları


Duymuşsunuzdur, okumuşsunuzdur:

“AKP Manisa milletvekili Selçuk Özdağ twitter hesabından, ‘Düzce üniversitesinin bahar şenliklerinde başörtülü kızların erkeklerin omuzlarında oturmalarını utanarak izledim. Ahh değerler nerede. Aklını o nurdan örtüyle örtenlere ihtiyacımız var. Nice örtünmüş var açılmaya aday. Nice açık var kapanmaya namzet. İnsan başının olduğu yerde değil aklının olduğu yerdedir’ diyerek tepki gösterdi.”

Evet “…tepki gösterdi”. Kullanılan ifade bu ve haber bu kadar.  Bazıları da “sert tepki” bile demişler.  Ama bu kadar. Ahlakçı saçmalığa başka bir şey de söylenebilirdi. Normalde bilirsiniz “vekilden tuhaf sözler” “vekilden ilginç çıkış” vb ifadelerle başka durumlarda medya pekala bu mesafeyi koyabiliyor. Buna en yakın sayılabilecek şeyi TARAF yapmış “Vekil Utandı” demiş ama başlıktaki bu mesafe haberin içeriğine yansımamış.
Bazıları ise tam diğer taraftan atladı konuya, kızları yeterince ‘iffetli’ bulmadı. AKİT hayal kırıklığına uğramış ve “Yıllarca bunun için mi mücadele verdik? Böyle rezillik olmaz!” diye başlık atmış. Başörtüsü mücadelesine atıf yapılıyor ve kendileri için mücadele verilen kızlar utanmaya davet ediliyor.
SÖZCÜ “Benim Bacımı Omuzlarına Oturttular” başlığı atmış.  Aklı sıra dalga geçiyor ama kiminle dalga geçiyor belli değil. Sadece Özdağ’la mı, yoksa ahlakçı sözlerinin muhattabı başörtülü genç kadınlarla da mı? “Ee hakettiniz siz de bu adama oy vererek” iması mı var inceden?  
Neyse, neden bu kadar uzatıyorum?
Şu yüzden:
Ahmet Nesin yazımızda cinsiyetçiliğin (hem muhafazakar hem modernci) her iki kanadının  nasıl aynı konularda birleşebildiğini anlatmaya çalışmıştık. İşte size kanlı canlı bir örnek.  Kendi özelinde hoş vakit geçirmek isteyen ve hiçbirimize özel hayatı hakkında herhangi bir hesap borcu olmayan genç kadınlar karşısında Sözcü, Hürriyet, Habertürk, Radikal ve Akit, farklı söylemlerle ve haberi yorumsuz vermek adı altında bile olsa, günün sonunda aynı tarafta yer alabildi.
İslamofobi bir önyargı ve çoğu durumda bir nefret söylemi. Bundan ne kadar muzdarip olduğunuza göre sizi kadın nüfusun bir kısmına karşı açıktan cinsiyetçi yapabilir. Ya da en iyi ihtimalle başkalarının yaptığı cinsiyetçiliği olay mahallinde tespit etmenizi engeller, politik algınızı bulandırır.
Düzce Üniversitesi olayında bunun şöyle bir etkisi oldu. Habere konu genç kadınlar başörtülü olmasalardı “İstediği kişiyle istediği saate kadar zaman geçirir, eğlenir, kadınların özel hayatından burnunuzu çekin!” diyecek birçok iyiniyetli okur, yapılan taciz ve dikizciliğin adını koyamadı.  Özdağ’ın sözlerini komik buldu ama bunu mağduru olmayan bir saçmalama olarak okudu. Çünkü mağdurun tam olarak mağdur olduğundan emin değil.
Oysa bu konuda tökezleyen hepimiz bu genç kadınların eğlenme, hoşça vakit geçirme haklarının hem içine ettik, hem haklarında yapılan dedikoduya ortak olduk.  
Bir diğer sorun da şu:
Halen dikizciliğin tam olarak ne olduğunu kafamızda oturtabilmiş değiliz. Medya da bu kafa karışıklığımızdan para kazanmaya devam ediyor. Dikizcilik (ya da röntgencilik) dediğimiz şey illa ki gözetlenen kadın yalnız olduğunda, etrafında bizden başka kimsecikler yokken, o bizi görmezken ve biz bir kuytudayken vs yapılan bir şey değil.  Gözetlenen kadın onlarca kişinin ortasındayken, kamusal bir alandayken ve sizin orada olduğunuzu biliyorken bile pekala yapılabilecek bir şey. Ve halen bunun adı dikizcilik ve halen iğrenç bir şey.
Dikizciliği dikizcilik yapan şey nerede olduğunuz ve soteye yatmış olup olmamanız değil, kadının buna rızası olup olmadığıdır. Bugün erkek arkadaşının omzundaki başörtülü kızın profil resmi, yarın başka bir kadının “frikik” resmi. Mantık aynı, yapılan taciz aynı. Ama dikizlemenin tehlikeli ve başka tacizlere de davetiye çıkaran asıl yanı “kadının rızası” “kadının iradesi” kavramlarını önemsizleştiriyor olması. “O mekana gittiyse, ve şunu şunu yapıyorsa, resminin çekilmesini kabul etmiş sayılır. On defa orasına burasına zoom yapılmasını kabul etmiş sayılır. İtiraz edemez. Bunun kendisine sorulması gerekmez.” fikrini bize kanıksatıyor olması.  Haberin konusu kızlar eğlence esnasında kendi rızaları dışında çekilen resimlerinin ulusal yayın organlarına servis edilmesini istiyorlar mı? Kimse kendilerine bunu sordu mu?
Toparlayayım.
Sonuç olarak medya cinsiyetçi dil konusunda eşine az rastlanmayan bir birliktelik gösterdi ve Düzce’nin dindar kızları bu sefer de kimseye yaranamadı…

11 Mayıs 2014 Pazar

Şanlı duyurumuz!

Güzel haber! Yeraltından çıkıyoruz :)

24 - 25 Mayıs günü İstanbul'daysanız kimseye söz vermeyin, İstanbul'da değilseniz İstanbul'a gelme ihtimalinizi gözden geçirin!

CinsoMedya editörleri olarak yaza çize meram anlatma işine bir de sözlü meramı ekliyoruz. DSİP'in düzenlediği Kadın Konferansı 2014'de bizler de bir konuşma yapacağız.

Siz de gelmez misiniz? Hem tanışmış oluruz, hem de kafa göz yara yara tartışırız. Ama elbet günün sonunda ortak bir noktada çark ederiz, bundan hiç şüphemiz yok.




 
 


Beyaz Eşyacıların Anneler Günü kutlu olsun


9 Mayıs 2014 Cuma

Radikal.com'un editörünü kim öldürdü?

İhtimaller:

Ya Radikal.com'un editörünü birisi öldürdü ya da içeride gerçekten anti-cinsiyetçilik konusunda tek tabanca ısrar eden ve bir şekilde editörü atlatan isimsiz bir kahramanımız var.

Radikal.com'un dünden bu yana son 15 saattir rekor bir sürede halen ilk sayfa manşetinden çekmediği haber aşağıda. Bizim de varlıklarını bu hafta içinde bir twitter dostumuzdan öğrenmiş olduğumuz Vagenda Magazine adlı siteden güzel bir kolaj alıntılamışlar.   http://vagendamagazine.com/ 'dan ziyaret edebilirsiniz. Vagenda Magazine medyadaki cinsiyetçiliği ifşa etmeye odaklanmış bir blog. Bu haberlerinde "Medya'nın ünlü kadınları resmederken kullandığı cinsiyetçi dilin yerine aslında ne kullanılabilir" konusunu mizahi olarak işlemişler. Zevkle okuyacağız.

Bildiğiniz üzere galeri sayfaları internet sitelerinin reklam gelirlerinin önemli bir kalemini oluşturuyor. Genelde eleştirel haberleri bu sayfalara koymuyorlar. Zira içerik bakımından en yüksek gelirler galeri sayfalarına pornomag (porno magazin) içerikler yüklendiğinde elde ediliyor. Bu sayfaların etrafına yerleştirilen reklam spotlarından da tıklanma paraları kazanılıyor.

İşte böyle bir sayfaya anti-cinsiyetçi bir haber kolajını koymak gayet başarılı. Bu yüzden ya editörün öldürülmüş olduğunu ya da içeride çok ısrarcı habercilerin olduğunu düşünebiliriz.

Haber aşağıda ve burada.








Radikal'in isimsiz kahraman çalışanlarının yanındayız.

Lakin bütün bunlar bizi şaşırtmasın. Gazete çalışanlarının şu ya da bu haberde gösterdikleri tüm anti-cinsiyetçi ısrarcılığa rağmen, Radikal kurumsal düzeyde halen cinsiyetçilik dahil birçok konuda bir "biraz şundan biraz bundan" gazetesi. Halen "yeterince şunu yaptıysak şimdi biraz da buna izin var" gibi bir aritmetik hesabı üzerinden editöryel kararlar alıyorlar. Haftalık ya da aylık performans hedeflerini tıkpara üzerinden kuruyorlar ve tıklanma oranlarının azaldığını düşündükleri anda aşağıdaki haberleri servis edebiliyorlar. 

 


 
 
Böyleyken böyle... Bir yanda patronların bilançoları, bir yanda çalışanların günlük manşet mücadelesi. 
 
 
 
 
 

6 Mayıs 2014 Salı

İslamofobi ve Cinsiyetçilik: Ahmet Nesin Vakası



Merhabalar. Adım Alper. Bir süredir okumakta olduğunuz bu blogu iki kadın bir erkek editörden oluşan ekibimizle yazıyoruz ve anaakım medyadaki cinsiyetçi söylem ve hikayeleri ifşa etmeye çalışıyoruz. Blog yazarları olarak İslamofobi denen şeyle de özel bir derdimiz var. Yazmak istiyorduk ne zamandır. Bugüne kadar taradığımız ve bize iletilen haberlerde bu kadar açıktan denk gelmemişiz belli ki.  Ama ne yaparsınız, kısmet bugüneymiş.
Bilebileceğiniz üzere yazar Ahmet Nesin kişisel blogunda 1 Mayıs’daki polis şiddetini AKP’li bakanların eşlerinin başörtülü olmasına bağlayan ve "Kocadan Örtünenler ve 1 Mayıs..." başlıklı bir yazı yazdı.  Kendilerinden haz etmemek için yeterince nedenimiz olan ODA TV de bunun üzerine iştahla atlamış ve yazıyı sitelerine aynen koymuş. "Kadının kapanma özgürlüğünü savunanlar bu yazıyı okusunlar" diye de başlık atmışlar.

1 Mayıs'taki polis şiddeti sorunu ve hükümet üyelerinin eşlerinin örtünme pratikleri arasında sürreel bir kolerasyon olsa gerek.

Yazıda şu şekil bir ton tutturmuş Ahmet Nesin:

 “...Analizime göre ilk sırayı Hayrünnisa Gül aldı. Çünkü Hayrünnisa Gül örtülü olduğu için üniversiteye gidemeyip Türkiye aleyhinde AİHM’de dava açan kişidir. Oysa Hayrünnisa Gül o kadar özgürlük düşkünüdür ki, bugünlerde şaşkınlık içerisinde izlediğimiz gibi, bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimi için Recep Tayyip Erdoğan’a karşı daha demokrat olduğu söylenen kişi tarafından 14 yaşında ailesinden istenmiştir. İşte o an Hayrünnisa Gül’ün özgürlüğü bitmiş, aile erkeklerinin sözünü dinlemek zorunda kaldığından 15 yaşında evlendirilip, kocası tarafından liseden alınıp, başı kapatılmıştır. İşte bu Hayrünnisa Gül erkeğin dediğini yapıp sonra da kadının kapanma özgürlüğünün savunucusu olmuştur.

Öncelikle 1 Mayıs’ın coşkulu geçmesi gibi bir derdi olan birinin sınıfsal bakış açısına sahip olmasını beklemek hakkımız sanırım.  Aralarındaki tek ortak nokta dindar ve başörtülü olmak olan Cumhurbaşkanı’nın eşi ve AKP’nin tabanındaki milyonlarca yoksul kadını aynı ipte hizaya çekmek, bana sorarsanız oldukça sınıf körü bir yaklaşım. Nasıl diyorsunuz… lümpence.

Ayrıca diyelim ki aralarında hiçbir sınıfsal fark yok, biri elma biri armut değil, Hayrünnisa Gül özelinde başörtülü kadınları “erkeğin dediğini yapıp sonra da kadının kapanma özgürlüğünün savuncusu olmakla” güya çelişkili olmakla itham eden dil kiminle mücadele ediyor, kiminle alay ediyor? Baskıyla mı? Yoksa baskı altında olduğunu söylediği kadınlarla mı? Nasıl diyorsunuz… dangalakça değil mi bu?

Ahmet Nesin analizine Emine Erdoğan ile devam etmiş, “15 yaşında ağabeyi kapanmasını istiyor, kendi söylediğine göre bundan dolayı intiharı dahi düşünüyor ama sonuçta erkek erki onun da kapanmasına neden oluyor” demiş.

15 yaşında bir genç kadını, herhangi bir yaştaki bir kadını, intiharı düşünmeye sevk edecek kadar veya daha azı baskıyla, herhangi bir şey yapmaya zorlayacak ağabey erkeklere HÖT dememiz gerektiği konusunda mutabık olmayan var mı, zaten yok. Ama Ahmet Nesin'in derdi burada elbette bu değil. O, yaşadıkları süreçlerden bağımsız, kadınların günün sonunda örtünmüş olup olmadıklarıyla ilgileniyor, "bakın aslında hepsi böyle" demeye getiriyor. O halde şunun adını koyalım. İstediğiniz kadar çizmeye çalıştığınız tabloyu “erkek erki”, “erkeğin dediğini yapmak” gibi sözlerle süsleyin, bu yaptığınız düpedüz cinsiyetçilik.    
 
Şöyle diyor Ahmet Nesin kısaca: ailesindeki erkeklerin zoruyla mı takmış, yoksa kendi iradesiyle mi takmış buna bakmam, kadının beyanına bakmam, sonuç olarak takıp takmamış olmasına bakarak burada bir baskı olup olmadığına karar veririm.  Bir kadının zorla ve şiddet tehdidiyle herhangi bir davranışa zorlanması ile herhangi bir davranışı kendi iradesiyle yapmayı tercih etmesi arasındaki fark Ahmet Nesin gibiler için belli ki önemsiz. Ama cinsiyetçi bir dünyada yaşayan üç buçuk milyar kadın için oldukça hayati bir mesele. Kadının iradesi denen şey sizin için önemsiz olabilir, ama bugün başörtüsü hakkı, yarın kürtaj hakkı, öbür gün tacize karşı “hayır hayır demektir” mücadelesi ve daha birçok gündelik toplumsal cinsiyet meselesinde kadınların tekrar tekrar erkeklerin yüzüne bağırmak zorunda kaldıkları bir varkalım meselesi bu, benim iradem diyebilmek. 

Sevgili modernci erkekler, dindar kadınlara zihinsel engelli muamelesi yaparak kadınların kurtuluşuna katkıda bulunacağınıza gerçekten inanıyor musunuz? Kadınların başörtüsünün bir “kadının iradesi ne yönde” sorunu olmadığını iddia ederek, “kadının rızası” / “kadının iradesi” kavramlarını tehlikeli bir biçimde önemsizleştirmiş ve dolayısıyla cinsiyetçiliği yeniden üretmiş oluyorsunuz.

İslamofobik erkekler kendi cinsiyetçiliklerini istedikleri kadar bir kadın özgürleştirmesi hikayesi arkasına saklamaya çalışsınlar, günün sonunda kadınlara kendilerini yetersiz ve insan-altı hissetmeleri  telkininde bulunmaktan ve muhafazakar erkek meslektaşlarının yaptıkları gibi kadınları düzenli bir suçluluk duygusu ile denetim altında tutmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Cinsiyetçilikle mücadele değil bu, aksine cinsiyetçiliğin modern Batılı kompartmanına tünemek sadece.  Modernci cinsiyetçi erkekler muhafazakar cinsiyetçilerden olmadıkları için bizden bir alkış bekliyorlarsa bir an önce gerçeklik ayarlarını gözden geçirmeliler. Zira dindar kadınların zerre umrunda değilsiniz ve cinsiyetçi dilinizle kimseyi özgürleştirmeye hizmet etmiyorsunuz.


Alper Ard


 

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Bilim adamlarındaki meme takıntısının sonu gelecek mi?




(Önce şuna bir bakın. Linki burada, arşivlik resmi de yazının sonunda.)

Hurriyetin web sitesinde yapılan bir haberi okurlarımızdan gelen talep üzerine biz de inceledik.  Haber Hürriyette az rastladığımız üzere ilk defa bilim adamlarının kadın bedeni üzerindeki cinsiyetçi tahakkümünü eleştiren bir dil kullanmış. Ve fakat yine de ünlemle verilmiş olmasına rağmen “BÜYÜK MEME ÖMRÜ UZATIYOR!” başlığı haberin eleştirdiği konunun bir nevi hizmetkarı olmuş.  Metin yazarının titizlikle incelediği veriler bir başlık -ki belki de dikkati çekeceğine inanıldığı için böyle verildi- içeriği çöpe atmamıza neden oluyor. Çünkü biz biliyoruz ki o başlık site editörleri tarafından tık garantili olarak bu biçimde verildi. Haberi görüp “meme”yi göremeyen erkekler siteden koşar adımlarla uzaklaştı.  Bu nedenle bir haber sitesinin tık garantili başlık olarak kadın bedenini kullanması sebebi ne olursa olsun cinsiyetçiliktir. Cinsiyetçilik haberinin cinsiyetçilik yapılarak sunulması da çok çılgın!!!

Haberde geçen “dolgun dudak, dolgun meme, ince bel…” kavramlarıyla güzellik olgusunun medya, ataerkil ideoloji ve kapitalizm işbirliği ile yaratıldığı noktası bizim de en hassas olduğumuz noktalardan biri. Bu nedenle bu haberin içeriğinde geçen medya işbirliğini teşhir etmek için canımızı dişimize takıyoruz.

Gelelim çok vahim olan bilimsel kadın vücudu takıntısına. Bunun gerçek olma durumu insanı bilimden acayip soğutuyor. Haberde bilim çevrelerinin gündeminde olduğu anlatılan blumik ve zayıflama hapı ile ölen kadınların yanında “zavallı” küçük penisli, veya “zaten” doğanın güçlü kıldığı  erkeklerin toplum veya karşı cins tarafından kabullenilmek amacı ile değil de güçlü vücudunu erk unsuru olarak nasıl daha güçlü hale getirebileceği imajlarının medya, kapitalist düzen işbirliği ile dayatılması durumunun karşı karşıya getirilmiş olması da ayrıca cinsiyetçilik barındırıyor.

Kadının güzelleşme arzusu ile erkeğin gücünü şekillendirme arzusu aynı kaynak tarafından beslense de aynı mağduriyete sahip değil. Haber bize kadın bedeni üzerine yapılan araştırmaların erkek penisi tarafından nasıl şekillendirildiğini zaten çok net bir şekilde anlatıyor. Fakat erkek bedeni ile ilgili araştırmaların kadınların acı duyma eşiği ile sunulması da bu güç metaforunu tekrar tekrar dolaşıma sokuyor.

Mesela Malezya’daki “bilimsel” araştırma  erkeklere çeşitli boyutlarda “meme” animasyonu izletip tepkilerini ölçüyormuş. Ah canım ya. Nasıl ciddi, nasıl önemli bir araştırma(!) Neticede sevgili bilim “adam”larımız fakir erkeklerin büyük meme ve doğurgan kadın, zengin erkeklerin küçük meme ve itaatkar kadın sevdiğine karar vermiş. Bu istatistik de dünyanın bilim hazinesinde kadınların kendilerini karşı cinse göre nasıl konumlaması gerektiğini anlatmış: “Büyük memen varsa fakir erkekler seni beğenir canım, sen çok dolanma ayak altında git hemen çocuk doğur, emzir falan…” ama bunun yanında doğurganlığı önemsemeyen küçük memesever  zengin erkekler  tabii ki  daha az(!) cinsiyetçi. Sadece itaatkar(!) eş istiyorlar! Diye anlatıldığı için bir kez daha cinsiyetçi. Sanırım buna kaş yapayım derken göz çıkarmak deniyor.

Almanya’daki “bilimsel” araştırmamız ise 5 yıl boyunca 10 dakika büyük memelere bakan 40 yaş üzeri erkeklerin kan basınçlarının ve kalp ritimlerinin daha düzenli olduğu tespit etmiş.  Yani “Memen büyükse etrafındaki erkeklerin bakmasını sağla! Çünkü senin bedenin bir erkeğin ömrünü uzatması, kalp ritmini düzenlemesi için var!” diyor bize. Bunun tırnak içinde de olsa sağlık nedeni ile araştırıldığının verilmesi de sanki daha tahammül edilebilirmiş gibi verilmiş. Bilim adamlarının erkeklerin sağlığını kadınların bedeni üzerinden düzenlemesinin aptalca, cinsiyetçi, yanlış olduğuna dair sağlam argümanlar sunmaması ise haberi okurken tırnaklarımızı yememize neden oldu.

Kanadalı araştırmacılarımız  kendi bedenini “güzelleştirmeye” karar verip silikon taktıran kadınların kendilerine saygılarını kaybettiği ve başka hiçbir nedene bağlı olup olmadığı araştırmaya dahil edilmeden  intihara yüzde 73 daha yatkın olduğu gibi bir veriye ulaşıyorlar çok önemli  araştırmalarında! Ne de olsa silikon taktırmışlar! Hayatlarında daha kötü ne olabilir! Kesin bu nedenle kendilerini öldürmeyi düşünüyorlardır! Eşit ücret, eşit mesai, eşit kariyer  arzusu ile hiç ilgisi yoktur! Patronları aynı pozisyonda aynı deneyimde bir erkeği hiç onların yerine tercih etmez! Eşleri işten sonra eve geldiğinde yemek yapmış olmalarını, çocuklarla ilgilenmelerini falan bekliyor olamaz! Hayat kadınlara çok adil! Bu nedenle silikon taktırmış olmaları tabiki kadınların intihara yatkınlığının tek açıklaması olarak verilebilir!

Leed’s üniversitesi araştırmacıları ise değerli vakitlerini tek gecelik ilişki yaşayan kadınların kalça boyutlarını incelemeye harcayarak sevişecek  kadın bulmakta zorlanan zavallı erkeklere çok adil bir mesaj iletiyor: “küçük kalçalıları eleyin, araştırmamıza göre kadının kalçası büyükse sizinle sevişme olasılığı çok daha yüksek!”   Ne de olsa kadınlar erkeklerle sevişmek için var(!)

Metindeki en şaşırtıcı araştırma ise erkeklerin büyük penis arzusunun temelsizliğine değiniyormuş. Kadın kendisine acı çektirdiği için büyük penisli erkeklerle birlikte olmayı istemiyor, hatta aldatıyormuş.  Çünkü erkeğin acı çektirdiği tek yer yatak odası! Çok üzgünüz sevgili bilim”adam”ları kutsanmış erkekleriniz, penislerinin yarattığı acıya daha gelemeden bize evin dışında, içinde, pek çok yerde daha büyük daha katlanılmaz acılar çektiriyor. Bir erkeğin penis boyutu yüzünden aldatılma ihtimali kulağımıza hakikaten çok ütopik geliyor.  Kadın bedeni üzerine cinsiyetçi dil ile kurduğunuz bütün bu işbirlikleriniz yaşamımızı çok daha asıl noktalarda zorlaştırıyor. Bu nedenle lütfen kıymetli vaktinizi kadınların bedenini erkekler için araştırmakla harcamayıp erkeklere verdiğiniz “her boyutta memenin alıcısı var” imajının ne kadar saçma olduğunu ispatlamaya harcayın.
 
 



(dikkatimize getirdiği için @PhilioSephia'ya teşekkürler)

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Dünyanın en ilginç haberi, tuhaf 3lü lezbiyenler

Misafir yazarımız Gönül Düzer'in RADİKAL, VATAN ve MİLLİYET'te aynı sözlerle çıkan haberine birkaç sözü var. "Dünyanın en tuhaf evlililik haberi" buyurmuş hepsi de. Rötar tamamiyle bizden kaynaklı ama analiz oldukça hoş!





Dunyanin en ilginc haberi

Haber başlığıyine de iyi: “ŞOK ŞOK ŞOK” yok: Dünyadaki ilk üclü evlilik. Özgüven zaten tavan. Hayır resmi evlilikten bahsetmiyorlar, haber yazarı gerçekten de bunun dünyadaki ilk üçlü evlilik olduğuna emin. Cahillik başa bela.

Devam edelim başlıktan aşağı doğru:

“Şimdiye kadar bir çok iki karısı olan ya da iki tane kocası olan insanların ilginç hikayelerine tanık olduk. Ancak bu evlilik şu ana kadar hiç duymadığınız türden... Üstelik oldukça sıradışıevlilikteki 3 kişi de kadın...”

Yani ne diyelim. Zaten o cümle sonlarındaki üç noktalar bile açıklıyor hepsini aslında. Şimdi ilk olarak neden ilginç evlilik ikiden fazla kişinin kendi rızalarıyla yapıkları evliliği oluyor da, tecavüz sonrası zorla yaptırılan evlilik, çocuk yaşta yapılan evlilik ve daha niceleri olmuyor?

Sonra da “üstelik”bu “oldukca sıradısı” evlilikteki 3 kişinin de kadın olması?

Ne o öyle, kadın kadına, hepsi kadın, erkeksiz... Nasıl yani? E ne yapacaklar? Hayır biri “üstelik” hamile? E nasıl?

Afalladık... Mavi ekran.

“Dünyanın en tuhaf evliliğine bu 3 kadında düğün töreninde gelinlik giymiş.Tabii ki yasal olarak mümkün olmayan bu evlilik sadece bir törenle gerçekleşmiş.”

Şey öncelikle o da ayrı yazılır. Neyse, sonra “dünyanın en tuhaf evliliği” ne? Yani hadi alışığız sözde “normallilkerin” dışındaki durumlara ilginç, tuhaf vs. tanımlamalarına. Ama biraz fazla olmamış mı bu? Heteroseksizmin ve seksizmin doruklarındayız. Ama yılmak yok, yıkmak var!


Gönül Düzer



Bu aşağıdaki de bizden olsun. CinsoMedya'dan Radikal, Vatan ve Milliyet'e sevgilerle: