27 Haziran 2014 Cuma
23 Haziran 2014 Pazartesi
Transfobik İslam mı?
Yeni bir köşe açıyoruz: RETRO. Bundan sonra eskilere gidip gözümüzden kaçtığı sanılan cinsiyetçi anları ziyaret ediyoruz. İlk ziyaretimiz 12 Ocak 2014, Bülent Ersoy'un başörtülü Kadir Gecesi performansı. Hatırlamayanınız var mı?
-Makyaj mı yapmış?
*Nasıl yapar,
kafasındaki “Başörtüsü”nden utanmıyor
mu?
- Kot pantolon mu
giymiş?
* Nasıl yapar,
kafasındaki “Başörtüsü”nden utanmıyor
mu?
- Sosyalist
devrimci miymiş?
*Nasıl olur,
kafasındaki “Başörtüsü”nden
utanmıyor mu?
-Bizimle aynı fikirde miymiş?
*Nasıl olur,
kafasındaki “Başörtüsü”nden utanmıyor
mu?
-Konsere mi gitmiş?
*Nasıl gider,
kafasındaki “Başörtüsü”nden utanmıyor
mu?
*Aaa, siz de mi
bizimle direniştesiniz?
+ “Siz” ?????!!!
Merhaba , Başörtülü kadının neler yapamayacağına ilişkin
güzide, her şeyi bilen toplumumuzdan bir iç konuşma yazdım size. Yabancı
değilsiniz değil mi? Bunları hatırlatmak istedim. Çünkü her şeyi bilen
toplumumuzun süüüüper insanları bir başka insanın inanç alanı hakkında fikir
üretmekte kendilerinin hakları olup olmadığını çok umursamıyorlar. İnsanların neyi yapıp yapamayacaklarına karar verme hakları var onların! Bunu da
hatırlatmak istedim çünkü halihazırda Başörtülü kadınların yaşadığı islamofobik
cinsiyetçiliği geçtiğimiz yıl bir trans kadının yaşadığını hatırladım. Üstünde
yazılan, çizilen, konuşulan, yüzbinlerce kez magazin programlarına konu edilen inançlı olduğunu her fırsatta dile getiren
trans kadının yaşadığı korkunç
transfobiyi hatırladım. Ve benim hatıralarımdaki korkunç transfobi sadece
anımsarken bile tüylerimi diken diken etti.
Hatırlayacaksınızdır, geçen yıl
Bülent Ersoy hanımefendi Jüri olarak katıldığı bir yarışma programının Kadir
Gecesi özel programına Başörtüsü takarak çıktı. Ve hem anaakım medya, hem
sosyal medya tarifi imkansız bir linç kampanyasına durdurak demeden başladı.
LGBTİ hareketin içinde bile her zaman saygın bir yerde görülmeyen bir
kadının hedef gösterilerek yaşadığı
transfobinin azmettiricisiydi o günden
sonra ana akım medya! Nefret cinayetlerinin azmettiriciliği ringinde
devletle paylaştığı köşesinde kendine
ayrılan yere konumlamıştı yine kendini.
LGBTİ bir bireyin inanç sahibi
olamayacağı üzerine o kadar çok yazıldı ki o günlerde. İnsan gözucuyla
baktığında bile damağında kekremsi bir tat kaldı. Öyle kekremsi öyle iğrenç bir
tat ki bu; ” Ya bu “şey” hepten kapanırsa?” çığlıkları
atıldı. Bir kadının içten duygu ifadesini göstermek için Kadir gecesi programına başını örterek katılması yüzünden yüzlerce kişi fetvalar
verdi. Nasıl olurdu ki? Tanrının verdiği bedeni ruhu kabul etmediyse bir kere,
Tanrı’ya şirk koşmuştu. O kadar çok Tanrı vardı ki o günlerde TV’de, internet
sitelerinde sorsanız sayısını bilemem. “Kulla Allah arasına kimse giremez” ne
kadar çabuk unutulmuştu, kul bir Trans kadın olunca?
İnanmak gibi son derece öznel
bir kavram bile her şeyi kendisine mülk
edinen heteronormatif yapıda başka bir cinsel yönelim tarafından benimsendiği
görünür olunca saldırıya uğradı. Bu saldırıların İslamcı olanları: “İnansaydı
böyle bir şey (!) yapmazdı. Allah’a şirk koşmazdı.” cümlesinin arkasında toplanırken, İslamofobik
olanları “ Başörtüsü takarak dini kullanıyor.” şiarına saplandı.
5. Trans Onur haftasını geride
bırakıp, çok yoğun gündemli 22. LGBTİ Onur haftasına girdiğimiz bugünlerde
Transfobinin eline geçen her fırsatta inandığını ifade eden bir kadının samimi
bulunmayan Başörtüsü takışına dahi müdahale edebildiğini , ünlü, maddi gücü
yerinde bir transa en azından bir süre hayatı zindan edebildiğini hatırlayınca
sokakta varoluş mücadelesini yıllardır hiç bırakmayan diğer Trans kadınların
yaşadıklarını/yaşayacaklarını bir anlığına tahayyül edebilmenizi istedim. Bu bağlamda yeniden haykırmak istedim. “Bülent
Ersoy’un taktığı Başörtüsüyüm.”
Çünkü transfobi bir
hastalık. Transfobi önlenebilir bir hastalık. Transfobi can alan bir hastalık.
Transfobi karşısında örgütlülükle canla başla mücadele edilmesi gereken bir
düşman. Eğer geçen haftayı kaçırdıysanız bile bu hafta sırf cinsel yönelimleri
sizinkilerden farklı olduğu için ötekileştiren, var olma mücadelesi içinde ömürler
geçiren insanları anlamak,destek olmak için Onur haftasına katılın.
Aspurçe Gizem Kılınç
11 Haziran 2014 Çarşamba
Asuman'ı rahat bırakın!
TAKVİM iğrençlikte kendisiyle yarışıyor. "Sekreter Asuman" sözü kesmedi, şimdi de "Fotoroman Asuman" ismine oynuyorlar. Tahmin ettiğimiz üzere hikaye çoktan bir cinayet haberi olmaktan çıktı, başka birşey, başka bir salya malzemesine doğru yol alıyor. Tam da medyadaki erkeklerin görmek isteyeceği kırmızı noktalı hikayeye.
Biz de sözümüzü söyleyelim o halde:
10 Haziran 2014 Salı
doçent ve sekreter meselesi
Konya Selçuk
Üniversitesi’ndeki cinayet haberi çok, ama çok berbat bir yöne doğru
ilerliyor. Katil ile maktülün aynı
kadına, -aynı ‘sekreter’e- aşık olmaları, polisin “Ahmet G. ve Asuman
S.’nin Konya merkezindeki bir otelde 20’den fazla buluştuğunu” tespit etmesi
gibi alakasız detaylar da eklenince pespaye ve apaçık bir cinayet eylemi dönüp
dolaşıp çok iyi bildiğimiz başka bir hikayeye, başka bir “bayrak” hadisesine, bir
“kötü kadın ve kurban erkekler” hikayesine, Akşam’ın ifadesiyle bir “Dallas
gibi üniversite” hikayesine dönüşüyor.
Medyanın
sürekli ‘sekreter Asuman S.’ olarak andığı Asuman S. gözyaşları içinde şunları söylüyor (T24'den):
İkisiyle de
kesinlikle ilişkim yok. Ahmet hocanın ilgi duyduğu doğru olabilir, babam
yaşında adam aramızda nasıl bir şey geçsin. Asla ve asla böyle bir şey yok.
Ahmet hocanın bu saplantısını daha önce ailemle de paylaşmıştım. Dekan Handan
hocam [c.m.: Ahmet Gülce’nin eşi] ters biri olduğu için işimden atılacağımdan
korkutuğumdan söyleyemedim. İki hocanın da zaman zaman sekreterliğini yapardım.
Ailece perişan olduk, adalete kendimi anlattım. Medya beni yargılıyor hem de
namusumla. 9 yıl önce üniversitede işe başladım. Kendi isteğimle 3 fakülte
değiştirdim. Evlendiğim için fakülte değiştirdim. 5 yıl önce mühendislik
fakültesine başladım. 30 Mayıs Cuma günü Turizm Fakültesi’ne görevlendirildiğim
söylendi. Gitmek istemiyordum. Ahmet hocaya bu durumu anlattım. Ahmet hoca da
bana ‘Handan hoca ile helalleşmeden gittiğin için sana çok kırgın. Git helallik
iste hallederiz’ dedi.
Buna rağmen T24
bununla yetinmiyor ve hemen katilin ve polisin versiyonuyla bizi bilgilendiriyor:
Prof.Dr. Ahmet
G.’nin cinayet işlenirken arkamdaydı, odayı üzerime kilitledi iddiaları üzerine
polis ekipleri, sekreter Asuman S.’yi de gözaltına aldı. Asuman S.’nin emniyetteki
ifadesinde, profesör Ahmet G. ile ilişkisini kabul ettiği, ancak öldürülen Doç.
Dr. Celalettin Özdemir ile ilişkisi olduğunu kabul etmediği öğrenildi. Sekreter
Asuman S. ayrıca, profesör Ahmet G.’nin cinayet anında arkasından odaya
geldiğini ve odanın kapısını kilitleyerek anahtarı içeriye attığı yönündeki
iddiaları ise kabul etmediği öğrenildi.
Ahmet G. ve
Asuman S. emniyetteki işlemlerin ardından adliyeye sevkedildi. Her iki şühpeli
de emniyetteki ifadelerini tekrarladı. Ahmet G. tutuklanırken, Asuman S. ise
adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. İfadelerden yola çıkan polis, Ahmet G.
ve Asuman S.’nin Konya merkezindeki bir otelde 20’den fazla buluştuğunu tespit
etti.
“ 20’den fazla
buluştuğu tespit edildi” ne demek? Polis neden bu bilginin peşinde? Medya neden
bizi bu detayla bilgilendirmek istiyor? Erkeğin yaptığı öküzlük neden kadının
dahil olmuş olabileceği birlikteliklerle ilişkilendiriliyor? Bu durum bize
kültürümüz hakkında ne söylüyor?
Haydi analiz:
Öncelikle bir
mesaj: Sevgili gururlu ve burnundan kıl aldırmayan “bağzı” değil “çoğu”
erkekler, şimdi anladınız mı mevzuyu? Şimdi anladınız mı kadınların nasıl hemen
her gün kendilerini bıçak sırtı durumlar içinde bulduklarını? Kadınlar tarafından
terslenmekten, kadınların alınganlığından, herşeyi “yanlış anlamalarından”
bıktığınızı söylüyorsunuz. Flört teklifinde bulunduğunuz veya sadece otobüste
yanında oturmuş bulunduğunuz kadınların suratsızlığından yakınıyorsunuz, sonra
da maço olmadığınız için “nice guy” ödülü bekliyorsunuz. “Ama tüm erkekler
psikopat değil ki” demeden önce kadınların kendilerini her an her gün içinde
buldukları korku-gerilim başyapıtı durumları lütfen bir zahmet anlamaya
çalışın.
Kadınlar
sürekli hayatlarında şu ya da bu derecede temas ettikleri erkeklerin manyakça
hareketler yapma ihtimaliyle yaşamak ve bunun kurumsal olarak desteklenmesi
tehlikesiyle yaşamak zorunda. Cinsiyetçi bir dünyanın pratiklerini ve en küçük
yanlış bir hareketin sonuçlarını her kadın tek kelime feminist teori okumadan hatmetmiş
olmak zorunda. En ufak bir dikkatsizlik kadınların gözü dönmüş Profesör Ahmet
Gülce’ler, otel otel gezen Konya polis memurları, Dallascı Akşam yazarları ve
çakma solcu T24 yazarlarıyla uğraşması demek.
Asuman S. Hem
katil profesör hem de maktul doçentle bir ilişki yaşamış olabilir, olmayabilir
de. Bu erkeklerden fi tarihinde kürtaj parası istemiş olabilir de olmayabilir
de, bütün bunları yaşarken mutlu bir evlilik sürdürmüş olabilir de, olmayabilir
de.
Bunların hiçbiri konumuzla alakalı değil. Konumuzla alakalı olmaması bir
yana, bilgi edinme hakkımızın dahilinde detaylar değil. Ortada cinayet işleyen, işlediği cinayeti
saplantı malzemesi yaptığı kadınla ilişkilendiren ve en nihayetinde de kadını da kendi
suçuna ortak etmeye çalışan bir kimya profesörü erkek var. Ve diğer tarafta da hayatları
ortalara saçılan ve herkes tarafından damgalanan kadınlar…
Bütün bunlar
kabak gibi ortadayken halen “önceki ifadesiyle çelişen şeyler söyledi, demek ki
ilişkileri varmış, demek ki her ikisini de idare ediyormuş, demek ki vs vs”
hikayelerini sorgusuz sayfanıza taşımanız, çalışma hayatını tüm kadınlar için daha tedirgin edici, daha korkutucu bir yer hale getirmekten
başka hiçbir şeye yaramaz.
Asuman S. her
neyle itham ediliyorsa bir an önce soruşturma dışında bırakılmalı, dosya
kendisi için kapatılmalı. Bu kadını derhal rahat bırakın.
Son bir hafta
içinde hayatını yeterince mahvettiniz.
5 Haziran 2014 Perşembe
İdeal TAKVİM erkeği: Çapkın ve Muhafazakar
Görmüşsünüzdür, TAKVİM gazetesi ana sayfasından:
Fatoş Şen
İçinde cinsiyetçilik, ırkçılık barındıran "Çok
Çirkin Hareket". Haberin neresinden başlansa, elde kalan yanı var. Vize
kaldırılan iki ülkeye gitmeye değer sadece "güzel kızları" olarak
gösterilmesi. Hangi erkeğin, neden sevinç çığlığı attığı da ayrıca merak
konusu.
Dillerdeki Fıkra ise, son dönemde sıkça
karşılaştığımız Suriyeli mülteci kadınların fuhuşa zorlanması haberlerinin
doğruluğunu kanıtlar nitelikte. Yaşlı babasına sığınmacılar arasından
"Kadın Bakmak" savaşta en çok kaybedenin kadınlar olduğunun bir diğer
göstergesi.
Farkettiyseniz, muhafazakar merkez sağ hükümetin en
asparagas şakşakçılarından olan bu gazete tuhaf bir ideal erkek muhabbeti ve
ideal cinsiyetçi duruş oluşturmaya başlıyor. TAKVİM'in yeryüzündeki hiçbir
kadından korkusu yok, ırkçılıksa ırkçılık, zorla evlendirme espirileriyse gırla,
muhafazakar ahlakçılıksa o da var ve elbette hepsiyle harmanlanmış tam sayfa
çapkınlık hikayeleri. İdeal TAKVİM erkeği: çirkef, çapkın, muhafazakar.
28 Mayıs 2014 Çarşamba
90'lar mı dediniz?
Tamam evet biz
elimizde beklettik. Bir okurumuz bize bunu göndereli tam bir ay olmuş, ve biz yazana
kadar dizi yayından kalkmış bile. Medya takip tanrıları başımıza taşlar
yağdırsın, hatalıyız.
Tamam mı,
affettirdik mi kendimizi? Hemen geçelim öyleyse içeriğine.
ATV’nin merhum
Dizisi “90’lar”dan bahsediyoruz. Pek
çoğumuzun gençliğinin çocukluğunun geçtiği doksanlı yılları aile seksenli
anlatan bir çeşit komedi. Bizim ilgimizi çeken tarafı ise elbette yaptığı su götürmez
cinsiyetçilik.
Dizi
eleşireceğimiz bölümün ardından yayından kalkmış fakat pek üzülmedik. Set emekçisi arkadaşlarımıza ise geçmiş
olsun, darısı daha az cinsiyetçilik barındıran yapımlara diyoruz.
Nerede
cinsiyetçilik. Şurada cinsiyetçilik:
Dizide ana
karakterlerden Özlem’e görücü gelecektir. Fakat Özlem bir başkasına aşıktır.
Bunun üzerine Özlem’in yakın arkadaşı Aysel bir plan yapar. Bu plana göre Özlem
görücü olarak gelen çocukla buluşacaktır. Ve fakat istenmeyen erkeği görücü
fikrinden caydırmak için bu buluşma esnasında sürekli Özlem’in eski sevgilileri
ile de buluşacaklar. İstenmeyen erkek karşısında beliren eski sevgililer
enflasyonu karşısında hayrete düşecek, karşısındaki genç kadının yeterince
“iffetli” olmadığı sonucuna varacak ve olay mahalinden hızla uzaklaşacak falan
filan.
Bu dizideki
kadınlara verilen mesaj şudur:
Evlenmeden önce başka erkeklerle gezip tozarsanız evlenilecek kadın olma
statünüz ortadan kalkar. Bu teklifin de
ana karakterimizin yakın arkadaşı olan başka bir kadından gelmesi ayrıca
manidardır.
Dizinin tam hakkını yemeden önce, Meltem
Oral’ın aklımızda kalmış bir yorumunu aktaralım:
“Bazen kadınlar etraflarındaki ahlakçılıktan,
tacizci erkeklerden, istenmeyen durumların içinde kendilerini bulmaktan o kadar
bıkmış usanmış oluyorlar ki, en özgürlükçü ve cinsiyetçilik karşıtı olanlarımız
bile durumun içinden sıyrılmak için çareyi kadın özgürlüğü savunusundan geri
adım atmak anlamına geldiğini bildiğimiz savunmalarda bulabiliyoruz. ‘Hayır
hayır demektir’den anlamayan ısrarcı erkeklere karşı: “ama benim erkek
arkadaşım var” demek zorunda kalıyoruz “Başka bir işim var kusura bakma” vesaire demek
zorunda kalıyoruz.”
Meltem haklı. Cinsiyetçilik karşıtı mücadele
kolektif bir çabayı gerektiriyor, ve kadınların kendilerini içinde buldukları
gündelik her ahlakçı, görücü usulü, ısrarcı romantik an karşısında bireysel olarak politik doğrucu bir çıkış yapmaya güçleri yetmeyebiliyor. Bu
doğru.
Ama 90’lar senaryo ekibinin, ve ATV’nin, burada
yaptığı şey “kızlar, evet çok fazla erkekle birlikte olduğunuz bahanesine
başvurmak zorunda kalmanız çok berbat bir durum” demekten çok uzak. Gayet de “çok
fazla ilişki az evlilik şansıdır, bunu herkes bilir” raconu kesiliyor ve bu
racon karikatürize edilmiş bir “hafif kadın” orta oyunu ile bize yutturulmaya
çalışılıyor. Konuyu dikkatimize getiren Öykü Gül yememiş bu numarayı. Biz de
yemiyoruz…
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Arcayürek'ler, "kıçlar" ve "başlar"
İslamofobik erkekleri yazmaktan biz yorulduk kendileri yorulmadı.
Cumhuriyet gazetesinin yılmaz vatan bekçisi Cüneyt Arcayürek, bu haftaki yazısında geçtiğimiz hafta içinde polis tarafından Okmeydanı'nda öldürülen Uğur Kurt'un cinayeti üzerinden hükümete yüklenirken araya bir de şunu sıkıştırmış:
"Oysa [Başbakan] etrafına bir baksa... Sayesinde birden aşırı lüks içinde yaşayan öyle çok gruplar ve pahalı marka satan dükkânlardan çıkmayan, başı örtülü kıçları dar elbiseleri içinde kıvrak öyle Müslüman kızlar görecek ki... "
Arcayürek tabi ki Başbakan'ı eleştirmiyor burada. İçinde bir sebepten kalmış bir takım İslamofobik ve cinsiyetçi fikirleri kusuyor sadece. Bu türden ahkam kesmelerin cinsiyetçilikle ilişkisi nedir nerededir diye merak eden var ise şu ve şu yazılarımıza bakabilirler. Bu yüzden yazıyı fazla uzatmadan sadece şunu belirtmekle yetinelim:
Centilmen bir salon beyefendisi olan Arcayürek başörtülü genç kadınları betimlerken kullandığı "kıçları dar elbiseler içinde kıvrak" sözünü başörtülü olmayan kadınlar için ediyor mu? Modernci terbiyesi buna izin veriyor mu? "Kıç", "g*t", "popo", "meme", "kuku", "pipi" sayıklamalarını herhangi bir kadına karşı bu kadar rahat söyleyebiliyor mu? Tabi ki söyleyemiyor. Haftasonu gezmelerine çıktığında yanından geçen kadınlara "Hanımefendi kıçınıza elbise çok dar gelmiş, benden söylemesi" diyebiliyor mu? Tabi ki diyemiyor.
Peki bu sözleri başörtülü kadınlar için sarfetmenin kabul edilebilir bir şey olduğuna dair cürreti nereden buluyor? Çünkü mankafa bir İslamofob da ondan. Bu yüzden bazı kadınlara karşı "çağdaş medeniyet seviyesini hazmetmiş bir centilmen", bazı kadınlara da ağzını bozacak kadar cinsiyetçi olmakta hiçbir beis görmüyor.
Arcayürek'in sabuklamalarını spota taşımasını bilip altına da "....Başbakanı'ı eleştirdi" yazan T24'e de 10 üzerinden 11 cinsiyetçilik puanı!
Aklısıra sansasyon... geçiniz arkadaşım... geçiniz.
Altınçizgi'nin nağmeleri mor iğnelerimize söker mi?
Gizem Aslan
Aslında başka bir konu hakkında yazmak istiyordum ama Soma
katliamı ve polis devletin katline bir can daha katarak Uğur Kurt'u öldürmesi
sebebiyle kendimin de aklımdaki düşüncelerin de dengesi şaştı.
Yazım, henüz gördüğüm bir billboard fotoğrafı üzerine olacak.
Altınçizgi, sitesinde belirttiğine göre 2010 yılında gerçekleştirdiği bir
reklam çalışmasında, kadınlara ve tabii ki onlara pırlanta alacak erkeklere
çağrıda bulunuyor:
"Maden kazıp kendileri mi çıkarsınlar? Kadınlara
pırlantalarını verin."
Adeta bir cetvel üzerinde kadının metalaştırılması ve reklamın
cinsiyetçi dili bir yanda, en çok iş cinayetlerinin meydana geldiği iş alanı
olan madenciliğin ve maden işçilerinin üzerinin, sermayenin ve pazarlamacılık
endüstrisinin gölgesiyle örtülmesi öteki yanda duruyor, biz de ortasında
kalmış; bir o tarafa bir öbür tarafa bakıyoruz öfkeli gözlerle.
Biz kadınlar, zaten daima pırlanta peşinde koşan, zengin ve para
avcısı olduk. Bir pırlantanın ihtişamına kanan, bunun için
kocalarımızın/(erkek) sevgililerimizin asalağı olarak yaşamayı hayatımızın
yegâne amacı saydık. Gerdanımız, bileklerimiz pırlantalarla kaplansın,
parmaklarımızdan tek taş yüzükler eksik olmasın istedik; kocamızın aldığı o muhteşem
güzellikteki kolyeyi boynumuza takarken boynumuza konduracağı öpücüğün
hayaliyle mest olduk. Biz böyle 3-4 cümleyle tarif edebilecek kadar tek tip,
tek düze nesneleriz çünkü(!). Zekanızla biz kadınları aydınlattınız; ee bunun
karşılığında emrinize amade olmak düşer bize öyle mi? Biz böyle bir dünya
tahayyül etmiyoruz yalnız, o kurgularınız kursağınızda kalsın; şimdi
müsaadenizle o billboardda susturduğunuz kadının ağzı, Pandora'nın kutusu gibi
açılıyor. Haberiniz olsun!
Biz kadınları resmetmek çok kolay gibi görünüyor. Oysa ki; Türkiye
nüfusunun yarısını kaplayan trans/natrans/interseks/lezbiyen kadınlar olarak
farklılıklarımızla kadınlık deneyiminin başka şekillerini, dünyalarını
yaşıyoruz hayatlarımızda. Fakat "normal, olması gereken kadınlık" kisvesi
altında diğer kadınlık deneyimleri ortadan bir çırpıda kaldırılıyor.
İşte bu patriyarkal ve heteronormatif zihniyetin ve düzenin
yarattığı tek tip kadın "imajı"na kapitalizmin pazarlamacılıkta çığır
açan yaratılığı(!) da eklenince, sermayenin hiçe saydığı işçi ve emek
sömürüsünün de nasıl reklam malzemesi haline getirildiğine tanık oluyoruz.
Akp Genel Başkan Yardımcı ve sözcüsü Hüseyin Çelik'in
"Fakirlere dağıtılan kömürü zenginler mi çıkarsın?" beyanını hemen
hemen herkes duymuştur. Katliam üzerine yaptığı bu yorum, tüyler ürperticiydi.
Altınçizgi kuyumculuk ise; bu reklamı 2010 yılında yayınladıklarını
belirtmelerine rağmen reklam başlığıyla Hüseyin Çelik'in beyanı arasındaki
benzerlik pek bir manidar. Sanki sözün, reklama uyarlandığı etkisi hakim.
Altınçizgi'nin sitesindeki açıklamaya bakınca ise, tavuk mu yumurtadan çıkar
tavuk mu yumurtadan hesabı, "Hüseyin Çelik mi bu reklamdan etkilendi
acaba?" diye düşünmeden duramıyor insan hâliyle.
Reklam başlığının mantıksızlığını bir yana koyacak olursak çıkan
anafikirin korkunçluğu da insanı hem öfkelendiriyor hem de sistem hiyerarşisi
ve sömürüsüne karşı insanı umutsuzluğa sürüklüyor: "Madenciler, kadınların
yegâne zevki için ter döküyor!" Bu çok alçakça bir itham. Kadınların içine
sürüklendiği bu kadınlık normu, emek gücü ile işlenen bir kurgu halini alıyor.
Her ne kadar sitesinde yayınladığı demece göre reklamın daha önceki yıllara ait
olduğunu iddia etse dâhi özür mahiyetinde bir demeç verirken madencilik
alanındaki iş cinayetlerinin, şimdilik 301 kişinin öldüğüne dair bilgi
aldığımız Soma katliamıyla sınırlı olmadığını hesaba katmak gerek. TEPAV'ın
(Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) raporuna göre; Türkiye
madencilikte yaşanan ölüm oranlarında en üst sıralarda yerini korurken Çin'i ve
ABD'yi geçmiş bulunuyor. Bu çalışma, şu ana kadar en çok sayıda maden işçisinin
ölümüne sebep olan Soma katliamından önce yayınlanmış olsa dâhi, reklam
malzemesi yapılacak bir konu olup olmadığını Altınçizgi'ye sormak gerek.
Yaratılan kamuoyu ve insanların yoğun tepkisinin karşısında Altınçizgi'nin
aşağıda belirteceğim mesajının bu soruya cevap vermediğini düşünüyor ve bu
mesajı da bir aymazlık olarak nitelendiriyorum.
"Değerli
Türk halkına,
Öncelikle
Soma'daki faciada hayatını kaybetmiş değerli maden işçilerine Allah'tan rahmet,
yakınlarına ve tüm ülkemize baş sağlığı dileriz.
Soma
trajedisinin halkımız üzerinde yarattığı haklı duyarlılıkla yıllar önce
yaptığımız bir iletişim çalışmasına tepki gösterilmesini kesinlikle anlıyoruz.
Yalnızca şunun bilinmesini isteriz ki; söz konusu çalışmayı 2010 yılında
gerçekleştirmiştik.
Soma
faciası yaşandığı anda Türk halkı ile aynı duyarlılığı göstererek kendi
hesaplarımızdan .çalışmayı kaldırdık. Ancak tüm internetten kaldırma gücümüz
maalesef yok.
Altınçizgi
olarak tekrar etmekte fayda görüyoruz. Bu çalışma 2010 yılında yapıldı ve her
iletişim çalışmasında olduğu gibi birkaç ay içinde ömrünü tamamladı. 4 yıl önce
yapılan bir çalışmamızın bugün Soma trajedisi ile yeniden gündeme gelmesi çok üzücü bir hadisedir.
İnsan
hayatının her şeyin önünde geldiğinin bilincinde olan bir şirket olarak
kamuoyunu doğru bilgilendirmeyi borç biliriz.
Kamuoyuna
önemle ve saygıyla duyrulur."
Gördüğünüz gibi Altınçizgi, adının Soma katliamıyla birlikte
anılmasından son derece rahatsız (!); hatta konuya o kadar duyarlı ki sanki
Soma katliamı madencilik alanında gerçekleşen ilk cinayetmiş de, madencilik
daima şirketlerin ve hükümetin güvencesi altında işliyor, maden işçileri de bu şekilde
çalışıyormuş gibi davranarak yaptığı işten kendini aklama yoluna gidiyor! Ne
meziyet! Pırlantanın da, bir nevi kadına klitoral orgazm yaşattığı doktrinini
ise asla tartışmaya açmıyoruz, heyhat!
Kadının ekonomik güvencesinin sadece koca parası ve pırlantalar
olduğuna dair argümana karşılık; Kate Millett, kadınların elinde bulundurduğu
ekonomik bağımsızlığın, erkek otoritesi için bilinçli ya da bilinçsiz bir
şekilde tehdit teşkil ettiğini* belirtir.
İşte burada da kadını ekonomik olarak erkeğe bağlamak ve tek arzusunun pırlanta sahibi olmak gibi bir kurgu sayesinde bu tehdit ortadan kaldırılıyor. Kadının metalaştırılmasının meşrulaştırılarak stereotip bir kadın figürü yaratılıyor. Tabii ki billboard'daki kadın fotoğrafının ayrıca tartışmaya açık olması, su götürmez bir gerçek. Kafasında bareti ve onunla hiç alakası olmayan Ray-ban stiline benzeyen gözlükleriyle "Gördüğünüz gibi aksesuar peşinde koşan kadınlardan madenci falan olmaz, kendi ekonomik bağımsızlığını kazanacak birisi ise asla olamaz!" doktrinini gözler önüne seren bu fotoğrafta; kadının pasifliği, donukluğu ve dolgun dudaklarına hafifçe parmağını dayayarak büründüğü seksi görünüm, tek becerebildiği şeyin -ki o da şanslıysa- güzel olmak olacağı, pırlantalar sayesinde de güzelliğine güzellik katacağı yargısının altı kalın çizgilerle çizilmiş oluyor.
İşte burada da kadını ekonomik olarak erkeğe bağlamak ve tek arzusunun pırlanta sahibi olmak gibi bir kurgu sayesinde bu tehdit ortadan kaldırılıyor. Kadının metalaştırılmasının meşrulaştırılarak stereotip bir kadın figürü yaratılıyor. Tabii ki billboard'daki kadın fotoğrafının ayrıca tartışmaya açık olması, su götürmez bir gerçek. Kafasında bareti ve onunla hiç alakası olmayan Ray-ban stiline benzeyen gözlükleriyle "Gördüğünüz gibi aksesuar peşinde koşan kadınlardan madenci falan olmaz, kendi ekonomik bağımsızlığını kazanacak birisi ise asla olamaz!" doktrinini gözler önüne seren bu fotoğrafta; kadının pasifliği, donukluğu ve dolgun dudaklarına hafifçe parmağını dayayarak büründüğü seksi görünüm, tek becerebildiği şeyin -ki o da şanslıysa- güzel olmak olacağı, pırlantalar sayesinde de güzelliğine güzellik katacağı yargısının altı kalın çizgilerle çizilmiş oluyor.
TEPAV, "Türkiye'yi Kadınlar Büyütebilir mi?" başlıklı
raporunda** Türkiye'de kadının iş gücüne katılımının düşük olmasının önemli bir
sorunu teşkil ettiğinin altını çizerek Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Örgütü'nün (OECD) belirlediği, % 61.8'e tekabül eden kadının iş gücüne katılım
oranının 2013 yılında % 2.8'e düştüğünü belirtiyor. Türkiye'nin 2023 hedefleri
arasında kadınların iş gücüne katılımını % 38'e çıkartmak olduğunu ama bunun
yeterli olmadığını belirtmesiyle birlikte "3 çocuk zorunluluğunun"
masaya yatırılması gerektiğini, kadınların iş gücüne katılımını artırma
hedefine, bir eğitim reformu ve büyüme stratejisi gerçekleştirilmeden
ulaşılamayacağını söylüyor.***
Yani kadınların Türkiye'de ekonomik alanda olumsuz koşullarda
bulunması, işlenen cinsiyetçilikle reklamla meşrulaştırılıyor, emek sömürüsü
normalleştiriliyor. Ve şunu belirtmek gerekir ki; bu, sadece sermayesinin
geleceğine bel bağlamış zihinlerin karaladığı 3-5 cümle basın açıklamasıyla
telafi edilecek bir durum değil; özrünüz kabahatinizden büyük Altınçizgi!
Söylemedi demeyin, zuladaki mor iğnelerimiz sermayenizin de ataerkil
zihniyetinizin de "canını" yakacak.
*Sexual
Politics [Cinsel Politika], University of Illinois University Press,
Urbana Chicago, p.87, 2000.
** Aşık,
Gülşen A., "Türkiye'yi Kadınlar Büyütebilir mi?", Türkiye Ekonomi
Politikaları Araştırma Vakfı,
syf. 1, 2013.
***Aşık,
Gülşen A., "Türkiye'yi Kadınlar Büyütebilir mi?", Türkiye Ekonomi
Politikaları Araştırma Vakfı,
syf.6.
http://www.tepav.org.tr/upload/files/1361452044-2.Turkiye_yi_Kadinlar_Buyutebilir_mi.pdf
18 Mayıs 2014 Pazar
"Cinsiyetçilik ağaçta yetişen bir şey değil"
aşağıdaki ropörtajı marksist.org'a verdik. "Kim bu CinsoMedya'cılar?" diye soruyor idiyseniz, işte buyrun hiç bilmediğiniz yönlerimizle, dobra dobra ama cesur pozlarsız cevaplarımızla biz :)
Medyanın ensesindeler: "Cinsiyetçilik ağaçta yetişen bir şey değil"
Medyanın ensesindeler: "Cinsiyetçilik ağaçta yetişen bir şey değil"
Kısa bir süre önce,
internet medyasına farklı tonda yayın yapan bir blog katıldı: 'Cinsiyetçi Medya
Takip', nam-ı diğer 'Cinso Medya'. Game of Thrones'dan Ağaoğlu Myhome
reklamına, Petek Dinçöz'den Scarlett Johansson haberlerine kadar geniş bir
yelpazede, medyanın cinsiyetçi hâllerini hararetli bir şekilde inceliyorlar.
Marksist.org, Cinso Medya'nın
editörleri Elçin Poyraz, Aspurçe Gizem Kılınç ve Alper Ard ile bir röportaj
yaptı.
CinsoMedya olarak sizi
tanıyalım. Kimsiniz siz?
Aspurçe: İlla tanımlamak
gerekirse, cinsiyetçilikle ağır derdi olan sosyalist aktivistleriz. Başka
meselelere de kafa yoruyoruz. Ama cinsiyetçilik ve bunun medyadaki sunumları o
kadar saçma sapan bir hâl aldı ki, bununla özel olarak ilgilenmek gerektiğine
karar verdik. Şu anda iki kadın ve bir erkekten oluşan üç kişilik bir editör
grubuyuz. Mart ayının ortasında yayına başladık. Facebook ve Twitter'a da
hesaplar ekledik ve insanların ilgisini çekmeye başladı. Gördük ki, bu alanda
gerçekten de bir ihtiyaç var ve birçok destek mesajı aldık.
Sizi tanımayan okurlar
için bir de yaptığınız şeyin içeriğinden kısaca bahsedelim mi?
Elçin: Tabii. Sitemizde
Cinsiyetçi Medya Takip sloganıyla ana akım medyadaki cinsiyetçi yayınları takip
ediyor ve bunu isim vererek ifşa eden haber analizleri yapıyoruz. Bolca görsel
malzeme ve mizahi bir dil kullanarak yapıyoruz bunu genellikle. Ama çok da
ısrarcı değiliz bu tarzda. "Evde ideal kadın nasıl olmalıdır?" gibi
bir haberi ti'ye almanız mümkün ama "Evli adamla aşk cinayetle bitti"
gibi sarsıcı bir haberi ele aldığınızda bunun görseli, mizahı çok geride
kalıyor. Sadece sunuştaki dili ifşa etmeye odaklanıyorsunuz.
13 Mayıs 2014 Salı
Düzce Üniversitesi'nin kimseye yaranamayan kızları
Duymuşsunuzdur, okumuşsunuzdur:
“AKP Manisa milletvekili Selçuk
Özdağ twitter hesabından, ‘Düzce üniversitesinin bahar şenliklerinde
başörtülü kızların erkeklerin omuzlarında oturmalarını utanarak izledim. Ahh değerler
nerede. Aklını o nurdan örtüyle örtenlere ihtiyacımız var. Nice örtünmüş var
açılmaya aday. Nice açık var kapanmaya namzet. İnsan başının olduğu yerde değil
aklının olduğu yerdedir’ diyerek tepki gösterdi.”
Evet “…tepki gösterdi”.
Kullanılan ifade bu ve haber bu kadar. Bazıları
da “sert tepki” bile demişler. Ama bu
kadar. Ahlakçı saçmalığa başka bir şey de söylenebilirdi. Normalde
bilirsiniz “vekilden tuhaf sözler” “vekilden ilginç çıkış” vb ifadelerle başka
durumlarda medya pekala bu mesafeyi koyabiliyor. Buna en yakın sayılabilecek
şeyi TARAF yapmış “Vekil Utandı” demiş ama başlıktaki bu mesafe haberin
içeriğine yansımamış.
Bazıları ise tam diğer taraftan atladı konuya, kızları yeterince
‘iffetli’ bulmadı. AKİT hayal kırıklığına uğramış ve “Yıllarca bunun için mi
mücadele verdik? Böyle rezillik olmaz!” diye başlık atmış. Başörtüsü
mücadelesine atıf yapılıyor ve kendileri için mücadele verilen kızlar utanmaya
davet ediliyor.
SÖZCÜ “Benim Bacımı Omuzlarına
Oturttular” başlığı atmış. Aklı sıra
dalga geçiyor ama kiminle dalga geçiyor belli değil. Sadece Özdağ’la mı, yoksa
ahlakçı sözlerinin muhattabı başörtülü genç kadınlarla da mı? “Ee hakettiniz
siz de bu adama oy vererek” iması mı var inceden?
Neyse, neden bu kadar uzatıyorum?
Şu yüzden:
Ahmet Nesin yazımızda cinsiyetçiliğin
(hem muhafazakar hem modernci) her iki kanadının nasıl aynı konularda birleşebildiğini anlatmaya çalışmıştık.
İşte size kanlı canlı bir örnek. Kendi
özelinde hoş vakit geçirmek isteyen ve hiçbirimize özel hayatı hakkında
herhangi bir hesap borcu olmayan genç kadınlar karşısında Sözcü, Hürriyet,
Habertürk, Radikal ve Akit, farklı söylemlerle ve haberi yorumsuz vermek adı
altında bile olsa, günün sonunda aynı tarafta yer alabildi.
İslamofobi bir önyargı ve çoğu
durumda bir nefret söylemi. Bundan ne kadar muzdarip olduğunuza göre sizi kadın
nüfusun bir kısmına karşı açıktan cinsiyetçi yapabilir. Ya da en iyi ihtimalle başkalarının
yaptığı cinsiyetçiliği olay mahallinde tespit etmenizi engeller, politik algınızı
bulandırır.
Düzce Üniversitesi olayında bunun
şöyle bir etkisi oldu. Habere konu genç kadınlar başörtülü olmasalardı
“İstediği kişiyle istediği saate kadar zaman geçirir, eğlenir, kadınların özel
hayatından burnunuzu çekin!” diyecek birçok iyiniyetli okur, yapılan taciz ve
dikizciliğin adını koyamadı. Özdağ’ın
sözlerini komik buldu ama bunu mağduru olmayan bir saçmalama olarak okudu.
Çünkü mağdurun tam olarak mağdur olduğundan emin değil.
Oysa bu konuda tökezleyen hepimiz
bu genç kadınların eğlenme, hoşça vakit geçirme haklarının hem içine ettik, hem
haklarında yapılan dedikoduya ortak olduk.
Bir diğer sorun da şu:
Halen dikizciliğin tam olarak ne
olduğunu kafamızda oturtabilmiş değiliz. Medya da bu kafa karışıklığımızdan
para kazanmaya devam ediyor. Dikizcilik (ya da röntgencilik) dediğimiz şey illa
ki gözetlenen kadın yalnız olduğunda, etrafında bizden başka kimsecikler
yokken, o bizi görmezken ve biz bir kuytudayken vs yapılan bir şey değil. Gözetlenen kadın onlarca kişinin
ortasındayken, kamusal bir alandayken ve sizin orada olduğunuzu biliyorken bile
pekala yapılabilecek bir şey. Ve halen bunun adı dikizcilik ve halen iğrenç bir
şey.
Dikizciliği dikizcilik yapan şey nerede
olduğunuz ve soteye yatmış olup olmamanız değil, kadının buna rızası olup
olmadığıdır. Bugün erkek arkadaşının omzundaki başörtülü kızın profil resmi,
yarın başka bir kadının “frikik” resmi. Mantık aynı, yapılan taciz aynı. Ama
dikizlemenin tehlikeli ve başka tacizlere de davetiye çıkaran asıl yanı
“kadının rızası” “kadının iradesi” kavramlarını önemsizleştiriyor olması. “O
mekana gittiyse, ve şunu şunu yapıyorsa, resminin çekilmesini kabul etmiş
sayılır. On defa orasına burasına zoom yapılmasını kabul etmiş sayılır. İtiraz
edemez. Bunun kendisine sorulması gerekmez.” fikrini bize kanıksatıyor olması. Haberin konusu kızlar eğlence esnasında kendi rızaları dışında çekilen resimlerinin ulusal yayın organlarına servis edilmesini istiyorlar mı? Kimse kendilerine bunu sordu mu?
Toparlayayım.
Sonuç
olarak medya cinsiyetçi dil konusunda eşine az rastlanmayan bir birliktelik
gösterdi ve Düzce’nin dindar kızları bu sefer de kimseye yaranamadı…
11 Mayıs 2014 Pazar
Şanlı duyurumuz!
Güzel haber! Yeraltından çıkıyoruz :)
24 - 25 Mayıs günü İstanbul'daysanız kimseye söz vermeyin, İstanbul'da değilseniz İstanbul'a gelme ihtimalinizi gözden geçirin!
CinsoMedya editörleri olarak yaza çize meram anlatma işine bir de sözlü meramı ekliyoruz. DSİP'in düzenlediği Kadın Konferansı 2014'de bizler de bir konuşma yapacağız.
Siz de gelmez misiniz? Hem tanışmış oluruz, hem de kafa göz yara yara tartışırız. Ama elbet günün sonunda ortak bir noktada çark ederiz, bundan hiç şüphemiz yok.
24 - 25 Mayıs günü İstanbul'daysanız kimseye söz vermeyin, İstanbul'da değilseniz İstanbul'a gelme ihtimalinizi gözden geçirin!
CinsoMedya editörleri olarak yaza çize meram anlatma işine bir de sözlü meramı ekliyoruz. DSİP'in düzenlediği Kadın Konferansı 2014'de bizler de bir konuşma yapacağız.
Siz de gelmez misiniz? Hem tanışmış oluruz, hem de kafa göz yara yara tartışırız. Ama elbet günün sonunda ortak bir noktada çark ederiz, bundan hiç şüphemiz yok.
9 Mayıs 2014 Cuma
Radikal.com'un editörünü kim öldürdü?
İhtimaller:
Ya Radikal.com'un editörünü birisi öldürdü ya da içeride gerçekten anti-cinsiyetçilik konusunda tek tabanca ısrar eden ve bir şekilde editörü atlatan isimsiz bir kahramanımız var.
Radikal.com'un dünden bu yana son 15 saattir rekor bir sürede halen ilk sayfa manşetinden çekmediği haber aşağıda. Bizim de varlıklarını bu hafta içinde bir twitter dostumuzdan öğrenmiş olduğumuz Vagenda Magazine adlı siteden güzel bir kolaj alıntılamışlar. http://vagendamagazine.com/ 'dan ziyaret edebilirsiniz. Vagenda Magazine medyadaki cinsiyetçiliği ifşa etmeye odaklanmış bir blog. Bu haberlerinde "Medya'nın ünlü kadınları resmederken kullandığı cinsiyetçi dilin yerine aslında ne kullanılabilir" konusunu mizahi olarak işlemişler. Zevkle okuyacağız.
Bildiğiniz üzere galeri sayfaları internet sitelerinin reklam gelirlerinin önemli bir kalemini oluşturuyor. Genelde eleştirel haberleri bu sayfalara koymuyorlar. Zira içerik bakımından en yüksek gelirler galeri sayfalarına pornomag (porno magazin) içerikler yüklendiğinde elde ediliyor. Bu sayfaların etrafına yerleştirilen reklam spotlarından da tıklanma paraları kazanılıyor.
İşte böyle bir sayfaya anti-cinsiyetçi bir haber kolajını koymak gayet başarılı. Bu yüzden ya editörün öldürülmüş olduğunu ya da içeride çok ısrarcı habercilerin olduğunu düşünebiliriz.
Haber aşağıda ve burada.
Radikal'in isimsiz kahraman çalışanlarının yanındayız.
Lakin bütün bunlar bizi şaşırtmasın. Gazete çalışanlarının şu ya da bu haberde gösterdikleri tüm anti-cinsiyetçi ısrarcılığa rağmen, Radikal kurumsal düzeyde halen cinsiyetçilik dahil birçok konuda bir "biraz şundan biraz bundan" gazetesi. Halen "yeterince şunu yaptıysak şimdi biraz da buna izin var" gibi bir aritmetik hesabı üzerinden editöryel kararlar alıyorlar. Haftalık ya da aylık performans hedeflerini tıkpara üzerinden kuruyorlar ve tıklanma oranlarının azaldığını düşündükleri anda aşağıdaki haberleri servis edebiliyorlar.
Ya Radikal.com'un editörünü birisi öldürdü ya da içeride gerçekten anti-cinsiyetçilik konusunda tek tabanca ısrar eden ve bir şekilde editörü atlatan isimsiz bir kahramanımız var.
Radikal.com'un dünden bu yana son 15 saattir rekor bir sürede halen ilk sayfa manşetinden çekmediği haber aşağıda. Bizim de varlıklarını bu hafta içinde bir twitter dostumuzdan öğrenmiş olduğumuz Vagenda Magazine adlı siteden güzel bir kolaj alıntılamışlar. http://vagendamagazine.com/ 'dan ziyaret edebilirsiniz. Vagenda Magazine medyadaki cinsiyetçiliği ifşa etmeye odaklanmış bir blog. Bu haberlerinde "Medya'nın ünlü kadınları resmederken kullandığı cinsiyetçi dilin yerine aslında ne kullanılabilir" konusunu mizahi olarak işlemişler. Zevkle okuyacağız.
Bildiğiniz üzere galeri sayfaları internet sitelerinin reklam gelirlerinin önemli bir kalemini oluşturuyor. Genelde eleştirel haberleri bu sayfalara koymuyorlar. Zira içerik bakımından en yüksek gelirler galeri sayfalarına pornomag (porno magazin) içerikler yüklendiğinde elde ediliyor. Bu sayfaların etrafına yerleştirilen reklam spotlarından da tıklanma paraları kazanılıyor.
İşte böyle bir sayfaya anti-cinsiyetçi bir haber kolajını koymak gayet başarılı. Bu yüzden ya editörün öldürülmüş olduğunu ya da içeride çok ısrarcı habercilerin olduğunu düşünebiliriz.
Haber aşağıda ve burada.
Radikal'in isimsiz kahraman çalışanlarının yanındayız.
Lakin bütün bunlar bizi şaşırtmasın. Gazete çalışanlarının şu ya da bu haberde gösterdikleri tüm anti-cinsiyetçi ısrarcılığa rağmen, Radikal kurumsal düzeyde halen cinsiyetçilik dahil birçok konuda bir "biraz şundan biraz bundan" gazetesi. Halen "yeterince şunu yaptıysak şimdi biraz da buna izin var" gibi bir aritmetik hesabı üzerinden editöryel kararlar alıyorlar. Haftalık ya da aylık performans hedeflerini tıkpara üzerinden kuruyorlar ve tıklanma oranlarının azaldığını düşündükleri anda aşağıdaki haberleri servis edebiliyorlar.
Böyleyken böyle... Bir yanda patronların bilançoları, bir yanda çalışanların günlük manşet mücadelesi.
6 Mayıs 2014 Salı
İslamofobi ve Cinsiyetçilik: Ahmet Nesin Vakası
Merhabalar. Adım Alper. Bir süredir okumakta
olduğunuz bu blogu iki kadın bir erkek editörden oluşan ekibimizle yazıyoruz ve
anaakım medyadaki cinsiyetçi söylem ve hikayeleri ifşa etmeye çalışıyoruz. Blog
yazarları olarak İslamofobi denen şeyle de özel bir derdimiz var. Yazmak
istiyorduk ne zamandır. Bugüne kadar taradığımız ve bize iletilen haberlerde bu
kadar açıktan denk gelmemişiz belli ki.
Ama ne yaparsınız, kısmet bugüneymiş.
Bilebileceğiniz üzere yazar Ahmet Nesin
kişisel blogunda 1 Mayıs’daki polis şiddetini AKP’li bakanların eşlerinin
başörtülü olmasına bağlayan ve "Kocadan Örtünenler ve 1 Mayıs..." başlıklı bir yazı yazdı.
Kendilerinden haz etmemek için yeterince nedenimiz olan ODA TV de bunun
üzerine iştahla atlamış ve yazıyı sitelerine aynen koymuş. "Kadının kapanma özgürlüğünü savunanlar bu yazıyı okusunlar" diye de başlık atmışlar. 1 Mayıs'taki polis şiddeti sorunu ve hükümet üyelerinin eşlerinin örtünme pratikleri arasında sürreel bir kolerasyon olsa gerek.
Yazıda şu şekil bir ton tutturmuş Ahmet Nesin:
“...Analizime göre ilk sırayı Hayrünnisa Gül
aldı. Çünkü Hayrünnisa Gül örtülü olduğu için üniversiteye gidemeyip Türkiye
aleyhinde AİHM’de dava açan kişidir. Oysa Hayrünnisa Gül o kadar özgürlük
düşkünüdür ki, bugünlerde şaşkınlık içerisinde izlediğimiz gibi, bir sonraki
Cumhurbaşkanlığı seçimi için Recep Tayyip Erdoğan’a karşı daha demokrat olduğu
söylenen kişi tarafından 14 yaşında ailesinden istenmiştir. İşte o an Hayrünnisa
Gül’ün özgürlüğü bitmiş, aile erkeklerinin sözünü dinlemek zorunda kaldığından
15 yaşında evlendirilip, kocası tarafından liseden alınıp, başı kapatılmıştır. İşte
bu Hayrünnisa Gül erkeğin dediğini yapıp sonra da kadının kapanma özgürlüğünün savunucusu
olmuştur.”
Öncelikle 1 Mayıs’ın coşkulu
geçmesi gibi bir derdi olan birinin sınıfsal bakış açısına sahip olmasını beklemek
hakkımız sanırım. Aralarındaki tek ortak
nokta dindar ve başörtülü olmak olan Cumhurbaşkanı’nın eşi ve AKP’nin
tabanındaki milyonlarca yoksul kadını aynı ipte hizaya çekmek, bana sorarsanız
oldukça sınıf körü bir yaklaşım. Nasıl diyorsunuz… lümpence.
Ayrıca diyelim ki aralarında
hiçbir sınıfsal fark yok, biri elma biri armut değil, Hayrünnisa Gül özelinde
başörtülü kadınları “erkeğin dediğini yapıp sonra da kadının kapanma
özgürlüğünün savuncusu olmakla” güya çelişkili olmakla itham eden dil kiminle
mücadele ediyor, kiminle alay ediyor? Baskıyla mı? Yoksa baskı altında olduğunu
söylediği kadınlarla mı? Nasıl diyorsunuz… dangalakça değil mi bu?
Ahmet Nesin
analizine Emine Erdoğan ile devam etmiş, “15 yaşında ağabeyi kapanmasını
istiyor, kendi söylediğine göre bundan dolayı intiharı dahi düşünüyor ama
sonuçta erkek erki onun da kapanmasına neden oluyor” demiş.
15 yaşında bir genç kadını, herhangi bir yaştaki bir kadını, intiharı düşünmeye sevk edecek kadar veya daha azı baskıyla, herhangi bir şey yapmaya zorlayacak ağabey erkeklere HÖT dememiz gerektiği konusunda mutabık olmayan var mı, zaten yok. Ama Ahmet Nesin'in derdi burada elbette bu değil. O, yaşadıkları süreçlerden bağımsız, kadınların günün sonunda örtünmüş olup olmadıklarıyla ilgileniyor, "bakın aslında hepsi böyle" demeye getiriyor. O halde şunun adını koyalım. İstediğiniz kadar çizmeye çalıştığınız tabloyu “erkek
erki”, “erkeğin dediğini yapmak” gibi sözlerle süsleyin, bu yaptığınız düpedüz
cinsiyetçilik.
Şöyle diyor Ahmet Nesin kısaca: ailesindeki
erkeklerin zoruyla mı takmış, yoksa kendi iradesiyle mi takmış buna bakmam, kadının beyanına bakmam,
sonuç olarak takıp takmamış olmasına bakarak burada bir baskı olup olmadığına
karar veririm. Bir kadının zorla ve
şiddet tehdidiyle herhangi bir davranışa zorlanması ile herhangi bir davranışı
kendi iradesiyle yapmayı tercih etmesi arasındaki fark Ahmet Nesin gibiler için
belli ki önemsiz. Ama cinsiyetçi bir dünyada yaşayan üç buçuk milyar kadın için
oldukça hayati bir mesele. Kadının iradesi denen şey sizin için önemsiz
olabilir, ama bugün başörtüsü hakkı, yarın kürtaj hakkı, öbür gün tacize karşı “hayır hayır
demektir” mücadelesi ve daha birçok gündelik toplumsal cinsiyet meselesinde
kadınların tekrar tekrar erkeklerin yüzüne bağırmak zorunda kaldıkları bir
varkalım meselesi bu, benim iradem diyebilmek.
Sevgili modernci erkekler, dindar kadınlara zihinsel engelli muamelesi yaparak kadınların kurtuluşuna katkıda bulunacağınıza gerçekten inanıyor musunuz? Kadınların başörtüsünün bir “kadının iradesi ne yönde” sorunu olmadığını iddia ederek, “kadının rızası” / “kadının iradesi” kavramlarını tehlikeli bir biçimde önemsizleştirmiş ve dolayısıyla cinsiyetçiliği yeniden üretmiş oluyorsunuz.
İslamofobik erkekler kendi cinsiyetçiliklerini
istedikleri kadar bir kadın özgürleştirmesi hikayesi arkasına saklamaya
çalışsınlar, günün sonunda kadınlara kendilerini yetersiz ve insan-altı hissetmeleri telkininde bulunmaktan ve muhafazakar erkek
meslektaşlarının yaptıkları gibi kadınları düzenli bir suçluluk duygusu ile
denetim altında tutmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Cinsiyetçilikle
mücadele değil bu, aksine cinsiyetçiliğin modern Batılı kompartmanına tünemek sadece. Modernci cinsiyetçi erkekler muhafazakar
cinsiyetçilerden olmadıkları için bizden bir alkış bekliyorlarsa bir an önce gerçeklik
ayarlarını gözden geçirmeliler. Zira dindar kadınların zerre umrunda değilsiniz
ve cinsiyetçi dilinizle kimseyi özgürleştirmeye hizmet etmiyorsunuz.
Alper Ard
Alper Ard
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)